13 Kasım 2012 Salı










 

9 Ekim 2012 Salı

                                                             hAtIrLaDıN mI ?

27 Eylül 2012 Perşembe



                       
Uzayacağa benzer
Tutuştuğumuz lâdes. işi gücü bırakıp
Mezarlığa nâzır
Bir eve taşındım. Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda! (B.N)

                                                  "O  GÜN..."            
(Genç Gelişim Dergisi-Kasım 2012)



Küçük kız, “O gün”, yine sabah erkenden babaannesinin odasına süzüldü. İki aydır bu geniş oda, babaannesinin aylardır devam eden ağır hastalığı sebebiyle, pek çok insanla doluydu. Küçük kız, babaannesini bu kadar insanın ziyaret etmesinden memnundu memnun olmasına ama, biraz rahat bıraksalardı, o da babaannesiyle biraz dertleşse, ona iki aydır neler yaptığını anlatsaydı ne iyi olurdu. Hayvanat bahçesinde gördüğü yavru fil hakkındaki gelecek planlarını, (onu bahçeye almalıydı, köpek kulübesinin yanına büyükçe bir yuva yapılırdı, orada yaşardı), hiç durmadan topladığı çam fıstıklarından ilk irmik helvası deneyimini, (kötü bir tat ama olsun, ne de olsa babaannesi “emek varsa güzel” derdi), yeni edindiği arkadaşlarını ve daha neler neler..

Tam iki ay geçmişti… Balkon muhabbeti yok, gece babaannesinin  göğsünde uykuya dalmak yok, soru yok, cevap yok, merak etmek yok, gülmek ve hatta ağlamak yok, yok,yok. Hayatta hiç bu kadar yalnız hissetmemişti kendini. Sanki bir şeyler geri dönülmez şekilde değişmeye yüz tutmuştu. Küçük kız bunu hissediyordu. Değişim, babaannesinin feri gitmiş gözlerinde başlamıştı. Ona sarıldığında, artık eskisi gibi gülemeyen gözlerinde.... Küçük kız, bir oda dolusu insan arasından zar zor babaannesinin yatağına ulaşıyor, ona sarılıyor, herkese babaannesinin onu ne kadar sevdiğini bir kez olsun göstermek istiyordu ama… babaannesinde eski heyecanı bulamıyordu. Babaannesi, küçük kızın elinde tuttuğu bir bardak sudan en fazla bir yudum alabiliyor, “daha ister misin?” denince, başını yavaşça iki yana sallıyor ve bir maden işçisinin gün bitimindeki yorgun hâliyle, tekrar kuş tüyü yastığına gömülüyordu.   Küçük kız, bu ağır, bunaltıcı duruma anlam veremiyordu…Neyse ki bu yabancılaşma, bu anlaşılmaz sis perdesi,  babaannesinin dudaklarından günde bir-iki kez dökülen cümleyle biraz olsun aralanıyordu.:  üzülme sakın, endişelenme, hasta olma yavrum”..

İşte bu yüzden küçük kız, “o gün” hiçbir şey için endişelenmeyeceğine söz vermişti.

Küçük kız, sözünü tuttu. Öyle ki, “o gün” saat 16.15’te evin bahçesine hızla dalan ambulansın siren sesine bile kulaklarını tıkayıp, düzenlemekte olduğu kütüphanenin rafına kitapları sırasıyla yerleştirmeye devam etti. 1 kitap, 2 kitap, 3 kitap…4 kitap, 5 kitap, 6 kitap… Birazdan “o gün içinde yapması gereken en önemli işini bitirmiş olacaktı. Böylece, babaannesi -iki aydır olduğu gibi- hastaneden tekrar döndüğünde, ona yaptığı işi detaylarıyla anlatacak, sonra da, “sen hastaneye kaldırılırken pencereden bile bakmadım, kitapları raflarına yerleştirmeye devam ettim, çünkü geri döneceğini biliyordum” diyecekti. Böyle diyecek ve babaannesinin takdirini kazanacaktı. Ama olmadı….

                                             &
Bir hafta sonra küçük kız, babaannesinin öldüğü haberini aldı. Küçük kızın gözleri büyüdü, büyüdü, ölüm haberini veren sesi bir vakum gibi içine çekti, sonra o sesten bir acı sızdı aşağıya, tam yüreğinin olduğu yere.. Ve aylarca cevabını arayacağı “o soru” başgösterdi zihninde: “Bir daha ne zaman yanımda olacaksın ?”


                                              &

Mevsim değişti, yapraklar döküldü, caddeler ıslandı.. Ama küçük kız, mevsime yetişemedi, içinde birikmiş hüzün tortusunu eritemedi.. Bu yüzden, okula gitse bile, teneffüse çıkmıyor, arkadaşları oynarken o, durgun gözlerle pencereden bahçeyi izliyordu.

Yine böyle hüzün dolu bir gün, öğretmeni yanına yaklaştı küçük kızın. Kadifeyi andıran sesiyle derdini sordu. Küçük kız, bu kadife gibi sese hep kanardı. Öyle şefkatli, öyle yumuşak bir sesti ki bu. Küçük kız, bir ara, her gece bu sesten ninni dinleyerek uyumanın nasıl olduğunu  bile merak etmişti.

Ve işte yine bu kadife sese yenilerek dudaklarından şu cümleyi salıvermişti: “Babaannem öldü. Bir daha ne zaman yanımda olacak ?”

Kadife ses, küçük kızın sanki karanlık bir kuyu içinde debelenen ruhuna tam iki ay ilaç gibi gelecek bir sır fısıldadı. “Babaannen gitmedi. O burada”.

Küçük kız şaşırmıştı. Kadife sesin ne demek istediğini anlamamıştı. Babaannesi burada olamazdı çünkü, ölümünden sonra salonun ortasında cansız bedenini görmüştü onun. Beyaz bir örtüyle kapatılmış yüzü, taziye ziyaretine gelen misafirlerden bazıları için açılıyordu, küçük kız da bu örtünün her açılışında babaannesinin hafif gülümseyen sapsarı yüzünü görüyordu. O halde nasıl burada olabilirdi?

Kadife ses, küçük kızın düşündüklerini anlamış gibi, tesellisine devam etti: “Bak” dedi, “hepimiz bu dünyaya tekamül etmek için geliriz. Ancak biz insanlar, bu dünya hayatını yeterince değerlendiremeyiz. İyi insan olmak için çok saba sarfetmek gerekir. Bu çabayı sarfedebilen çok azdır. Bu yüzden, öldükten sonra, tekrar dünyaya gelir, bizde eksik ne kalmışsa, onu tamamlarız. Babaannen, bu dünyada yaşadı, ancak eksiğini tamamlamak üzere yine gelecek buraya.Belki de gelmiştir bile. Onun ruhu yaşıyor,   işte şu kuşun içinde belki, belki de şu kedinin içinde, belki de şu bahçede koşuşturan çocuklardan birinin içinde.”

Küçük kız, kadife sesi ilgiyle dinliyor ve anlattıklarını içselleştirmeye çalışıyordu. Susuz kalmış toprağın suya kanması gibi, bu cümleler onu ferahlatmış, babaannesinin, toprağın altında değil de üstünde olması ve başka bedende de olsa yaşıyor olması hoşuna gitmişti.

Tam iki ay, kadife sesin anlattıklarını dinledi küçük kız. Artık iyiden iyiye babaannesinin ruhunun, çevresindeki herhangi bir varlığın içinde yaşıyor olduğunu benimsemiş ve bu duyguyla yaşama sevincini tazelemişti.

Yine böyle içinin sevinçle kıpırdadığı bir gün, küçük kız markete gidiyordu. Yol üstünde, bağrışarak oyun oynayan çocukların koşturduğu, gürültüden kimsenin birbirini duymadığı bir sokaktan içeri girdi. Kısa süre sonra, bir arada koşturan çocukların önünde, kuyruğuna teneke bağlanmış bir köpek gördü.Köpek, zavallı bir halde çocuklardan kaçmaya çalışıyor ama topallayan ayağı yüzünden başaramıyordu. Küçük kız bu duruma sinirlendi. Hemen köpeğin yanına koşup, çocuklara seslendi;

-Siz delisiniz. Bir canlıya nasıl böyle davranırsınız?. Baksanıza ne kadar savunmasız, oynayacak başka oyun bulamadınız mı?

Çocuklar, küçük kızın öfkeli halinden hiç korkmamıştı;
-Sana ne ? Senin köpeğin mi?
Küçük kız, bu cevaba daha da sinirlenmişti;
-Benim köpeğim değil. Ama belki benim babaannemin ruhu bu köpeğin içinde. Belki de senin babaannenin ruhu…

Çocukların yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Hepsi dağılmaya başladı yavaş yavaş. İşin keyfi kaçmıştı çünkü. Anlaşılan bu kız, köpeğe sahip çıkacaktı.

Öyle de oldu. Küçük kız, siyah beyaz köpeğe sahip çıktı. Onu besledi, veterinere götürdü, iyileşmesi için gereken her şeyi yaptı ve onu okşarken hep babaannesini hatırladı.

Ne var ki siyah beyaz köpek, iyice sağlığına kavuşunca yerinde durmaz olmuştu. Her sabah evin bahçesinden sokağa kaçıyor, saatler sonra geliyordu. Küçük kız, köpeğinin bu halini beğenmiyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Onun istediği gibi yaşaması için elinden geleni yapmalıydı.

Günlerden bir gün, siyah beyaz köpek, yine bahçeden kaçıverdi. Bu kaçış diğer kaçışlardan farklıydı, çünkü, saatler geçmiş olmasına rağmen ortalıkta görünmemişti.  Küçük kız, köpeği aramak gerektiğini düşündü. Başına bir şey gelmesinden endişe ediyordu. Bu düşünceyle yola çıktı. Tam bir saat aradı köpeğini ama bulamadı. En sonunda çareyi, yanına doğru yavaşça yaklaşan bir kamyoneti durdurmakta buldu. Küçük kızın el işaretiyle duran kamyonetteki iki kişiden, direksiyonda bulunan adam, pencereden başını uzatarak merakla sordu; “Ne oldu küçük kız? Bir derdin mi var?”

Küçük kız, yaşına göre bir hayli fazla beyazlamış saçları yün şapkasının altından alnına dökülmüş bu adamı sanki daha önce tanıyormuş gibi cevap verdi.
“Buralardan geçen siyah beyaz bir köpek gördünüz mü?”

Adam, küçük kızın sorusunu o kadar sevdi ki, yanındaki arkadaşına cümleyi defalarca tekrarladıktan sonra, tutmaya çalıştığı kahkahasını daha da gizleyerek sordu; “Senin evin nerde bakayım?” Küçük kız bu soruyu beklemiyordu. Çevresine bakınıp “bilmiyorum” der gibi ellerini iki yana açtı. Köpeğini ararken evden uzaklaştığını fark etmemişti.

Neyse ki, birkaç saat sonra, adının Mehmet olduğunu öğrendiği bu adam, küçük kızı evine getirmiş ve annesine teslim etmişti. Bitmek bilmeyen teşekkürler arasında, kamyonetin penceresinden küçük kıza şöyle seslendi; “Ben sizin evin karşısındaki şu inşaatta çalışıyorum. Şantiye şefiyim. Benim de senin yaşlarında kızım var. Müsait vaktinde gel, sohbet ederiz biraz..”

Toprak renkli kamyonet, ardında toz duman bırakarak uzaklaştı….. Mevsim şimdi yeniden değişmeye yüz tutmuşken, küçük kız, bu sefer zamanı yakaladığını hissediyordu. İçindeki bu hissin sebebini anlayamadı.

&&&

Yine bir cumartesi günü.. Yine ikindi vakti.. İki aydır  mutad olduğu üzere, küçük kız mutfakta bulduğu bütün kekleri geniş bir kaba koymuş..Termosa koyduğu iki kişilik çayın yanına Mehmet abisinin sevdiği bir tutam karanfili de ekleyerek.. Ağır adımlarla inşaat alanından içeri girmek için yardım bekliyor. İşçiler saatin 17.00 olduğunu anlıyorlar küçük kızı görünce ve her defasında olduğu gibi sesleniyorlar birbirlerine.. “Küçük kız geldi, paydos vakti.” Ve küçük kız, prensesler gibi karşılanıp Mehmet abisine götürülüyor..

“ Yine her zamanki gibi vaktinde geldin prenses. Sen nasıl bir çocuksun böyle.”

Küçük kız, takdire doymak bilmeyen mizacını belli ediyor; “Dakik.. Dakik bir insanım ben, babaannem öyle derdi.”

Mehmet abisi gülüyor. Küçük ellerin özenle doldurduğu çayı keyifle yudumlarken soruyor;

“İki aydır hep babaannem deyip duruyorsun. Nerde yaşıyor babaannen ?”.

Küçük kız yutkunuyor, iki aydır Mehmet abisiyle meşgul olan zihninde şimdi babaannesinin asık yüzünü görüyor.

“Burada yaşıyor babaannem. Yanımda. Önce toprağın altına koydular ama orada değil aslında. Buralarda onun ruhu. Bak görüyor musun şu kuşu ? Belki ruhu onun içinde şimdi. Bizi dinliyor..”

Küçük kız anlatırken, Mehmet abisinin yüzündeki ifade yavaş yavaş yerini kedere bırakıyor.

“Yarın bana babaannenin bir fotoğrafını getir. Olur mu?”  

Küçük kız, o akşam fotoğraf albümünden babaannesinin en güzel fotoğrafını seçiyor ve henüz uykuya dalmamışken sabaha kavuşuyor. 

&&&

Mehmet abisi, küçük kızın özene bezene gösterdiği fotoğraftaki kızıl saçlı, yeşil gözlü, pamuk tenli kadının fotoğrafını küçük kıza doğru tutuyor ve ekliyor;

“Babaannen bu şekil ve surette yaşıyor prenses. Kuş, böcek, kedi, köpek değil. Tam olarak insan suretinde. Onu görünce hemen tanıyabileceğin şekilde”.

Küçük kız şaşırıyor.

“Peki nerde şimdi ?”

Mehmet abisi hiç tereddüt etmeden cevap veriyor;

“Buradan çok daha güzel bir yerde. Cennette.”

Küçük kız, bu cevaptan tatmin olmuyor.

“Ama burada olmalı. Burası onun için daha iyi”.

Mehmet abisi, önündeki kek dilimlerinden birini alıyor ve çocuk kadar masum bir tavırla elinde evirip çeviriyor:

“Biliyor musun prenses, benim kızım da şu an İstanbul’da değil de Kayseri’de olmam için dua ediyor”.

 “Niye?”

“Onunla olmamı istiyor. Burada İstanbul’da çok kötü bir hayatım olduğunu zannediyor. Evhamlanıyor.”

“Çok saçma” diye atılıyor küçük kız. “Burada çok para kazanıyorum demiştin. Orada kazanamazsın. Hem para kazanamazsan ona oyuncaklar alamazsın. Üstelik ben varım burada. Sana her cumartesi kek getiriyorum. Sohbet ediyoruz güzelce. Burada çok mutlusun sen”.

“Aynen öyle. Ama gel de bunu kızıma anlat”.

Küçük kız bir an tereddüt ediyor.

“Ama yine de onun yanında  olmanı istemesi çok doğal. Seni görmekle senden haber alması arasında çok fark var.”.

“Çok haklısın prenses. Ama benim durumum geçici bir durum. Bizimkisi geçici bir ayrılık. Biraz sabredecek. Ben de bir müddet sonra para biriktirince onun yanında olacağım. Zaten kavuşacağız.”

Küçük kız sanki bir şeyleri anlamış gibi bakışlarını Mehmet abisine yoğunlaştırıyor. Mehmet abisi, küçük kızın içinde yanan ışığı görmüş gibi ekliyor;

“Evet prenses. Babaannen ve sen geçici olarak ayrısınız. Biraz sabredeceksin. Ömür zaten geçiyor. Hepimiz ölecek ama aynı yerde, cennette buluşacağız. Bizim tekrar bu dünyaya gelmeye ihtiyacımız yok”.

Küçük kız Mehmet abisinin sözlerini kazıyor zihnine. “Bizim tekrar bu dünyaya gelmeye ihtiyacımız yok. Buradan çok daha güzel bir yerde buluşacağız..”

&&&

Yıllar geçiyor aradan. Küçük kız büyümüş, babaannesinin mezarını ziyaretten dönerken, anımsıyor Mehmet abisinin hatırasını. O tatlı adam, 1 sene ilaç gibi küçük bir ruha deva olmuş o sevgili insan, bir Eylül akşamı rüyasına girmiş küçük kızın. Küçük kız,  doğum günü pastası yapmış beklerken abisini, pasta üzerindeki mumlar, yavaş yavaş dökülüyor. 55 olması gerekirken 53’te duruyor mumlar. Küçük kız iki mum daha eklemek istiyor. Ama bir türlü olmuyor.

“Büyümüş küçük kız” gece yarısı uyanıyor rüyasından. Ve günlüğüne şu cümleleri yazıyor.

“Kim bilir nerdesin şimdi. Belki İstanbul’da, belki Kayseri’de ve belki de -kimi kandırıyorum ben- cennettesin. Ama üzülmek niye ? Gözyaşı olmasın gözümde. Sen, sevdiğim bir insan daha, beni bekleyenlerin gün geçtikçe biriktiği o yerde.. Geçici ayrılıklara katılmışsın. Ne mutlu sana, bana verdiğin ümit ışığı için. Ve ne mutlu bana, ölümü kederden ayırdığım için”.



10 Eylül 2012 Pazartesi




 Bu gece rüyamda, 5 yıl aradan sonra bana "Dindar Şair" Ziya Osman Saba'nın bu şiirini hatırlatan meleklere teşekkür etmek geldi içimden.

BİLEMİYORUM..

Bilemiyorum yıllardır neredeyim?
Her gün yediğim ekmek, susayıp içtiğim su,
Kolundan tutup gitmek istediğim kadın,
Yaşamak kaygısı, gök hasreti, ölüm korkusu,
Ve Rabbim senin adın!
Yıllar var ki içindeyim hayatın.
Anıyorum gençliğimi, özlüyorum çocukluğumu,
Fakat bilemiyorum yarını.

Bilemiyorum Rabbim maksadını, kararını.
Hepimiz işte dünyandayız.
Yataktaki hastamız,topraktaki ölümüz;
Neyiz, ne olacağız ?
Bir şey bilmiyorum...Nefes almaktayım yanlız.
Rabbim! beni yaratmışsın,
İnsan şeklinde görünürüm,
Terlerim yazın, üşürüm kışın,
Düşünürüm, düşünürüm...
                                           (1940)

28 Kasım 2011 Pazartesi

ZİHİNSEL YETİŞKİNLİK (Genç Gelişim Dergisi-Ocak 2012)

Çocukken, böcek koleksiyonlarına iğne ile yapıştırılan ölü böceklere o kadar acırdım ki, bu tür koleksiyon yapanların “toplama” hevesinin başka ne ile giderilebileceği üzerine kılı kırk yarardım. Sanırım bu çaba, bir gün insanoğlunun bu zalim ve duyarsız davranışının karıncalar üzerinde de uygulanabilmesine ilişkin duyduğum korkunun bir yansımasıydı. Henüz sevgiyi bile tanımlayamadığım o yaşta, karıncalara olan sevgim, onların kendi ağırlıklarının on katı kadar ağırlığı taşıyabilmeleri gibi popüler bilgilerin sonucu değildi. Aralarındaki işbölümü, disiplin ve çalışkanlığı yaşama biçimi edinmeleri, kısacası, insanoğlunun temelinde var olan iyi hallerine paralel davranışları, beni onlara hayran bırakıyordu. Tâ ki o filmi izleyene kadar…

Şimdi adını hatırlayamadığım ancak 1998’de “Katil Karıncalar” adıyla bir benzeri çekilen film, 1980’lerde izleyiciyle ilk buluştuğunda o kadar etkileyiciydi ki, karıncalara ilişkin her tür sevimli izlenim ve hatıram, filmi izledikten sonra zihnimden silinmişti. Sanki her kapının arkasından dev cüsseli bir karınca çıkıp ortalığı kaosa çevirecek ve yanımdaki insanlarla birlikte beni de okyanusa savuracaktı. Bu korku bende o kadar yer etmişti ki, bir süre, insanların normal yaşamlarına nasıl devam ettiğine şaşırdığımı hatırlıyorum. O filmden korkan tek kişi ben miydim ? Çevremde benim kadar o filmden etkilenmiş birileri en azından birkaç dakikalığına olmalıydı. Bu yüzden ben de o sıralar, evimizde karanlık bir odaya girecek herhangi bir kişiyi – bu kişi aileden olabileceği gibi, misafir bile olabilirdi- korkutmak amacıyla elimi elektrik düğmesinin üstüne koyarak bekler, o karanlıkta eli elimin üstüne gelip de çığlıklar atarak, kendine ancak dakikalar sonra gelen büyüklerimin hâlinden zevk alırdım.

Biz yetişkinler, bir filmden bu kadar etkilenmenin çocuklara mahsus olduğunu düşünürüz. Çünkü çocuk zihni; okuduğu ya da gördüğünü anlayabilen, muhakeme becerisi olan, abartılı ve gerçeğe uygun olmayan görüntüleri olduğu gibi tanımlayabilen bir zihinden, bir başka deyişle, yetişkin zihinden çok farklıdır. Gördüklerini, seyrettiklerini, duyduklarını bir değerlendirme süzgecinden geçirme yetisinden yoksun olduğundan kolay aldanır. Oysa yetişkin zihin bu yetilerin hepsine sahiptir. Bu yüzden, çocukluk dönemini atlatan bizler, belli bir yaşa ulaşmanın verdiği özgüvenle, olaylar karşısında kolay aldanmadığımıza, rüzgarın bizi estiği yöne savuramayacağına, fiziksel yetişkinliğimizin zihinsel yetişkinlikle tamamlandığına inanırız.

Ancak geçen gün bir banka şubesinde şahit olduğum olay, beni “zihinsel yetişkinlik” kavramı üzerinde düşünmeye sevk etti. Adamın biri, -görünüşte oldukça yetişkindi- sadece kendi imzası bulunan boş bir kağıdı, ismini bile bilmediği banka görevlisine uzatarak, “siz istediğinizi yazın, size güveniyorum, ne de olsa burası X bankası” deyip yüzünde geniş bir gülümsemeyle hızlıca uzaklaştı. Üstelik, yanındaki arkadaşını da aynı davranış için ikna ederek…Keşke, acelesi olduğuna şüphe duymadığım bu adamcağız, mahkemelerde her gün görülen uyuşmazlıkların çoğunun, bu tür zihinsel yetişkinlikten uzak davranışlar olduğunu o an hatırlayabilseydi.

Hayatın hızına yetişebilmek için çabalarken, zihnimizde ancak, reklamlarda gördüğümüz güler yüzlü dost insanlar, bizi tehlikelerden kurtaran billboard kahramanları yer bulabiliyor. Bu yüzden, sosyal hayatta, yaşımıza ve tecrübelerimize uygun olmayan naif davranışlar sergiliyoruz. Üstelik bu yoğun reklam etkisinin altında o kadar eziliyoruz ki, tıpkı korku filminin etkisinden kurtulamamış çocuk gibi, başka insanların da bize benzemesini istiyor, bu yüzden naif davranışlarımızı destekleyen kişiler üretmeye çabalıyoruz.

Platon, Kanunlar adlı eserinde, bir toplum için en tehlikeli şeyin; insanların kıyafetlerini, hareketlerini, danslarını ve şarkılarını modaya göre değiştirmeleri olduğunu söylerken biraz bunu kasteder. Başkaları tarafından oluşturulan bir görüntüye kanarak, kendini değiştirdikten sonra, kendine benzeyenleri arttırma çabası…

Albert Pauchard’ın bilgelerden naklettiği bir söz, tedaviye muhtaç bu naif davranışlarımızdan kurtulmak için en güzel tavsiye niteliğinde; “Bakın, görün ama gözünüz yaşarmasın; seyredin, kaydedin, bilgiyi alarak tasnif edin, fakat hiçbir zaman olayla olay olmayın”.

Her gün seyrettiklerinizi, gördüklerinizi, okuduklarınızı, yaşadıklarınızı hiçbir imaj ve etki altında kalmadan anlamlandırabilmeniz dileğiyle…



Av. Ebru EKŞİOĞLU

2 Kasım 2011 Çarşamba

İÇİNİZDEKİ CEVHERİN FARKINDA MISINIZ ? (Genç Gelişim Dergisi-Aralık 2011)

Dünya tarihinin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilen Romalı askeri ve politik lider Julius Caesar (Sezar) ’ın, tarihe yön veren fetihleri için yola koyulmadan önce kim bilir kaç kez iç geçirip, mühendis olmayı hayal ettiğini duyunca şaşırmamak elde değil ! Sezar, ne kadar olağanüstü bir kumandan olsa da, aslında iyi bir mühendis olarak ün salmak istermiş. Hizmetkârlarının arasından yarı tanrı edâsıyla yürürken, önünde “el pençe divan” duran kaç mühendise imrenerek bakıyordu, kim bilir !

Dünya tarihi, aynı komik duruma, hiç yeteneği olmadığı halde şair olabilmek için kendisini harâb eden ünlü savaş kumandanı Dionysius ile de şahit olmuştu..

Başkalarına Özenmek

Sezar’ın ya da Dionysius’un bu komik durumu, aslında hepimizde olan bir duygunun yansıması: “Başkalarına özenmek”.

Tarihe yön veren insanlarda bile görülebilen bu duygu, bir dereceye kadar zararsız, hatta mâsumdur. Buna karşın, tehlike çanlarının çaldığı seviyede bir özenme, ya da bir başka deyişle; başkalarının sahip olduğu yeteneklere kendi yeteneklerini hiçe sayarak özenme, insanı mutsuz kılan ve kendisini değersiz hissetmesine sebep olan zararlı bir duygudur.

Hepimiz bu dünyaya, fark edilmemizi sağlayacak hususiyet ve özgünlükle geliriz. Buna rağmen bazılarımız, kendilerini diğer insanlarla karşılaştırırken içlerindeki cevheri göremez veya görmezden gelir. Bu davranışa sebep olan sâikin, hangi çevrede beslendiği uzmanların konusudur. Ancak kabul etmeliyiz ki; pek çoğumuz, içinde yaşadığımız olumsuz çevre koşullarından bağımsız olarak bu tehlikeli düşünceye kapılıyoruz.

Büyük ihtimal, bu ilkel duygumuzun sebebi, doğuştan sahip olduğumuz ya da sonradan elde etmeyi başardığımız imkanlara karşı duyduğumuz vefasızlıktır. Montaigne, sahip olma durumunun sahip olunanı küçümseme sonucunu doğurduğunu belirtirken bunu kasteder. Bu yüzden bize ait olanları bir kenara itip, bizim olmayanın peşinden delice koştururuz. Üstelik “iyi- kötü” değerlendirmesine gerek duymadan. Ne talihsizlik !

İçinizdeki Cevheri Keşfedin

Neyse ki, her ilkel duygudan kurtulmak mümkün olduğu gibi, kendi yetenek ve imkanlarını hiçe sayarak başkalarına karşı haddi aşan bir imrenme duygusundan kurtulmak da mümkündür.

Bu konuda atılabilecek ilk somut adım, çevremizdeki insanlara bizi hangi konuda beğendiklerini sormak olabilir. Böylelikle, kendimizde fark ettiğimiz yetenekleri onaylar, fark etmediklerimizi de öğrenmiş oluruz. Kararlı bir insan olduğunuz söylenmişse, bu özelliğe uygun yaşayan insanların hayatı size yol gösterecektir. Çok anlayışlı olduğunuz söylenirse, bu özelliğe sahip kişi ve meslekler rehberiniz olsun.

Kendi yeteneklerini hiçe sayarak başkalarına karşı haddi aşan bir imrenme duygusundan kurtulmanın ikinci aşaması; başkalarında gördüğümüz ve imrendiğimiz yetenekleri söz ile ifade etmektir. Çok güzel yazı yazan bir insanın bu özelliğini hem bu yeteneğin sahibine söylemeli, hem de üçüncü kişilere söyleyerek duygularımızı ve zihnimizi bu sözle bağlamalıyız. Böylece, kıskançlık duygumuzu dizginleyemediğimiz anlarda, yetenek sahibi kişi aleyhine sarfedeceğimiz sözleri dinleyecek destekçilerden kurtulmuş oluruz. Bir gün iyi dediğine sonraki gün kötü diyen bir insanın çelişkisine kim tahammül edebilir ?

Bu arada, ünlü filozof Epiktetos’un şu ilkesini de hatırlamakta fayda var; “Tanrısal düzen içinde her birimizin özel bir çağrısı vardır. Siz kendi çağrınıza kulak verin ve onu sadakatle izleyin[1]”.

Saklı yeteneklerinizin gün ışığına çıkması ve içinizdeki cevherin değerini bilmeniz dileğiyle…


Av. Ebru EKŞİOĞLU


[1]İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar”., Çev: Cengiz Erengil., Koleksiyon Yay. Mayıs 2010 s. 72.

7 Ekim 2011 Cuma

NASIL KARİZMATİK OLUNUR ? (Genç Gelişim Dergisi -Kasım2011)

Gustav Janouch, “Franz Kafka ile söyleşiler” adlı eserinde, dünyaca ünlü Çek yazar Kafka’yı bilinmeyen yönleriyle öyle güzel anlatır ki, bu eseri okurken Kafka bizi bir kez daha büyüler. Gustav, eser boyunca, Kafka’nın melodik sesinden, jest ve bakışlarından, “bambaşka” olarak nitelendirdiği sert Almanca aksânından, konuştuğu dile benzeyen ellerinden, kısacası, “bütün ufak şeyleri alabildiğine güç sayan bir güç” ten söz ederek, kitap boyunca okuyucuyu Kafka’ya hayran bırakır.



Hayatta bazı anlar, insanların yaşam yolculuğunda benimsedikleri duruş hakkında çok şey söyler. Gustav Janouch’ın, aynı eserde, dünyaca ünlü Çek yazar Kafka’ya ait şu hatırası da, bize Kafka’nın hayatta benimsediği duruş hakkında çok büyük ipucu veriyor; “…Kafka’yla ilk gezintimiz böyle sonuçlanmıştı. Bir daire çizip yine Kinsky-Palais’e dönüp gelmiştik. Tam o sırada tabelasında HERMANN KAFKA yazılı bir mağazadan uzun boylu ve geniş bedenli bir adam (Franz Kafka’nın babası) çıktı. Birkaç adım kadar ilerimizde durup yaklaşmamızı istedi. Aramızda iki adımlık bir uzaklık kalmıştı ki, sesini iyice yükselterek, “Franz”, dedi. “Eve dön artık, hava rutubetli.” Kafka, tuhaf denecek kadar alçak bir sesle, “babam” dedi bana dönerek. “Benim için tasalanıyor. Hoşça kalın! Siz artık bana uğrarsınız.” Evet anlamında başımı salladım. Kafka bana elini uzatmadan gitti. "




Uluslararası tanınmış bir yazar olan Kafka’nın bu hâli, aslında hiç de şaşırtıcı değil.




Şimdi bir âbide olarak önümüzde duran pek çok başarılı insan gibi, Kafka’nın da hayatında ego’ya yer yoktu. Kafka, insanları etkileme kaygısıyla yaşayarak ego’sunu tatmin etmek yerine, hayatında başkalarına da yer açıyor, yaşadığı olaylara bencilce müdahale etmektense, farklı durumlar karşısında, farklı rolleri benimsemenin hayatı kolaylaştırdığına inanıyordu.




Karizmatik Olmanın Sırrı




Küçük zihnimiz, “karizma” kelimesinin tam anlamını ifade edecek bilgiye sahip olmadığından sözlük karıştırıyor, bize göre daha fazla mürekkep yalamış olanlarımızdan soruşturup, bu büyüleyici kelime için “yamalı bohça” bir tanım buluyoruz: “İnsanları etkileme becerisi”.




Oysa bazı kelimeler, hayatın içinde “yaşayarak ve yaşanarak” başka boyutlara taşınır. “Karizma” da bu kelimelerden biri gibi. “İnsanları etkileme becerisi” dendiğinde, Hollywood afişlerinden fışkıran kahramanların, aslında yamalı bohçamızın sadece bir yamasına karşılık geldiği görülür. Yoksa, Yunanistan’dan Hindistan’a uzanan toprakların fâtihi Büyük İskender’in, kendisine “gölge etme başka ihsan istemem” diye çıkışan ünlü filozof Diyojen’e karşı mütevazı tavrını ne ile açıklayabiliriz ?




Tarihe damgasını vurmuş insanların karizması, içinde tevazuyu da barındırıyor. Onların karizması, modern zihinlerimizde sınırlarını çizdiğimiz karizmadan çok daha boyutlu. Bu yüzden, “nasıl karizmatik olunur?” sorusunun yanıtı, bir ilaç reçetesi gibi sunulamıyor. Buna karşın, hayatlarını ego tatminine bağlayanların, diğer insanların onay ve takdirlerine köle olmayı seçtiğini görmek için bir reçeteye ihtiyaç yok.




Dikkat edilmesi gereken husus, karizma tutkusuyla hareketlerimize yön verip ego’muzu tatmin ederek sûni bir başarı elde etmektense, çevremizdeki insanlara değer vererek kendimizi “en iyi” ya da “farklı” olarak kabul etme tuzağına düşmeden hayatımıza yön vermektir.




Herkese, hayat yolculuğunda başarılar…




Av. Ebru EKŞİOĞLU